Yargıtay Kararı

March 8, 2024
Yargıtay Kararı

İNCELEME KONUSU KARAR 

T.C. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E. 2022/651 K. 2023/870 T. 27/09/2023 

DAVA : Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir. Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmü kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve temyiz incelemesi sırasında duruşmanın düzenlendiği 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 369 uncu maddesinin direnme kararının temyizini kapsamadığı, direnmenin düzenlendiği aynı Kanun’un 373 üncü maddesinde ise duruşmaya yer verilmediği gözetildiğinde direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağı kabul edilerek temyiz eden davalı vekilinin duruşma isteminin reddine karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü: 

KARAR : 

I. DAVA Davacı vekili dava dilekçesinde; miras bırakan babası … …’ün maliki olduğu 164 ada 9 ve 10 parsel sayılı taşınmazlarını 07.04.1988 tarihinde davalı oğlu …’e satış göstererek temlik ettiğini, yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı, bedelsiz ve muvazaalı olduğunu, ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile miras payı oranında adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir. 

II.CEVAP Davalı vekili cevap dilekçesinde; davacı ile aynı evde ikamet etmekte iken aralarında çıkan huzursuzluk nedeniyle miras bırakanın maliki olduğu dava dışı 175 ada 7 sayılı parselini 1988 yılında bağış yoluyla davacıya devrettiğini, davacının bu parsel üzerinde ev inşaatına başladığını, evi bitirebilmesi için miras bırakanın dava konusu taşınmazları müvekkiline sattığını,satış bedelini davacının alıp evini tamamladığını, satışın bedel karşılığı yapıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur. 

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI 

İlk Derece Mahkemesinin 18.07.2017 tarihli ve 2016/135 Esas, 2017/204 Karar sayılı kararıyla; tarafların murisi ölene kadar dava konusu yerde davalı oğlu ile yaşadığı, öncesinde ise dava konusu yerin muris ve tüm çocukları ile birlikte kullanıldığı, aynı evde kalabalık ve toplu yaşama sebebiyle kardeşler ve muris arasında ufak tefek sıkıntıların yaşandığı, davacı …’in 1970’li yılların sonuna doğru babasının göstermiş olduğu yere ev yaptırmaya başladığı, davacının o tarihlerde çiftçilik ile uğraştığı, evin yapımında ekonomik yönden sıkıntı yaşadığı, davalının ise o tarihlerde orman işletme müdürlüğünde çalıştığı, babası ile birlikte dava konusu evde oturmaya devam ettiği, muris …’in de çiftçilik ile uğraştığı, tanıkların dava konusu yerin muris … tarafından oğlu davalıya bedel karşılığında satıldığını, buradan gelen paranın davacı …’e verildiğini ve evin tamamlanmasında kullanıldığını beyan ettiği, murisin sağlığında davacıya ev yeri gösterdiği ve burayı davacıya devrettiği, dava konusu yeri ise davalı oğluna bedel karşılığında sattığı, davalı oğlunun satım tarihi itibariyle emekli ikramiyesi ile alım gücünün olduğu, davacının hakkına binaen de paranın …’e verildiği, davacı tarafın muvazaalı satış iddiasını kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. 

IV. İSTİNAF 

A. İstinaf Yoluna Başvuranlar İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur. 

B. Gerekçe ve Sonuç Bölge Adliye Mahkemesinin 04.10.2018 tarihli ve 2017/1593 Esas, 2018/1165 Karar sayılı kararıyla; temlik sonrası miras bırakanın dava konusu taşınmazları kullanmaya devam ettiği,

çekişme konusu taşınmazların gerçek değerleri ile akitte gösterilen değerler arasında fahiş fark bulunduğu, muris ile davacı arasında husumet bulunduğu ve davacının evden ayrıldığının ifade edildiği, başka taşınmazları bulunan murisin üzerinde yaşadığı evi de bulunan dava konusu taşınmazlarını satmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığı, dosyaya ibraz edilen tespit formunda da davacının yaptırdığı evin dava konusu taşınmazların 1988 yılındaki temlikinden önce tamamlandığının belirtildiği, dolayısıyla davalının bu yöndeki savunmasına da itibar edilemeyeceği, öte yandan davacıya 175 ada 7 parseli bağışlayan murisin aynı akitle davalıya da benzer nitelikteki 175 ada 6 parsel sayılı taşınmazı bağışladığı gözetildiğinde paylaştırma iradesi ile de hareket etmediğinin anlaşıldığı gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, mahkeme kararının kaldırılmasına ve davanın kabulüne karar verilmiştir. 

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ 

A. Bozma Kararı 

1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 

2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; \”…Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 1918 doğumlu miras bırakan … …’ün 09.01.2000 tarihinde ölümü ile geriye mirasçı olarak davacı oğlu … ile davalı oğlu …’ü bıraktığı, miras bırakanın maliki olduğu dava konusu 164 ada 9 (183 m2’lik samanlık ve arsa) ve 10 (430 m2’lik bahçeli ahşap ev) parsel sayılı taşınmazlarının tamamını 07.04.1988 tarihinde satış suretiyle davalı …’a temlik ettiği kayden sabittir. Öte yandan, miras bırakanın ölümü ile geriye tam malik veya paydaş olduğu 16 parça taşınmaz bıraktığı, bu taşınmazların 14.05.2002 tarihinde taraflara miras payları oranında intikal ettiği anlaşılmıştır. Bilindiği üzere, 6100 sayılı HMK’nin 190. ve 4721 sayılı TMK’nin 6. maddeleri uyarınca herkes iddiasını ispatla mükelleftir. Bu anlamda davacı, temlikin muvazaalı yapıldığını ispat etmelidir. Somut olayda, dinlenen davacı tanıkları, çekişmeli temlik ile ilgili bilgilerinin olmadığını belirterek, genel olarak soyut beyanlarda bulunmuşlardır. Davalı tanıkları da temlikin muvazaalı olduğuna dair herhangi bir beyanda bulunmamışlar, davalı savunmasını doğrulamışlardır. Ayrıca dosya kapsamında, miras bırakanın davacı oğlundan mal kaçırmasını gerektirecek somut bir nedenin varlığı ortaya konulamamıştır. Öte yandan miras bırakanın mal kaçırmak istemesi halinde geriye azımsanmayacak miktarda taşınmaz bırakması da hayatın olağan akışına aykırıdır. Bölge adliye mahkemesince, davalının savunmasını ispat edemediği kabul gerekçelerinden biri yapılmış ise de, öncelikle, çekişmeli temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu davacının ispat etmesi gerektiği, davacı tarafın dosya kapsamından iddiasını ispat edemediği anlaşıldığından ispat yükünü ters çevirmek suretiyle sonuca gidilmesi hatalıdır. Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde hataya düşülerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir…\” gerekçesiyle karar bozulmuştur. 

B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı 

Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önceki gerekçelere ilâve olarak murisin temlik dışı başka taşınmazları var ise de bu durumun davacıdan mal kaçırma kastı olmadığını göstermeyeceği, aksi düşüncenin kabulü hâlinde muris muvazaasının varlığından bahsedebilmek için miras bırakanın tüm mal varlığını devretmesinin bir şart olarak aranması gerekeceği, bu durumunun ise 01.04.1974 tarihli ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının ruhuna aykırı olacağı, dosya kapsamıyla sabit olan olayların davacı tarafından ispatlanmasına gerek olmadığı, İlk Derece Mahkemesi kararının yapılan incelemesinde maddi ve hukuki denetim yapılmış olup bozma kararında somut olaya uygulanan hukuk kurallarında hata yapıldığı yönünde bir açıklamaya da yer verilmediği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. 

VI. TEMYİZ 

A. Temyiz Yoluna Başvuranlar Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 

B. Temyiz Sebepleri Davalı vekili; Bölge Adliye Mahkemesi kararında tanık ve mahalli bilirkişi beyanlarına yer verilmediğini, dosya kapsamında davanın kabulü yönünde delil bulunmadığı hâlde yeterli

inceleme yapılmadan kabul yönünde karar verildiğini, davacının yaptırdığı evin 10.05.1983 tarihli tespit formundan hareketle temlikten önce tamamlandığı yönündeki kabulün gerçeği yansıtmadığı gibi davanın kabulü hususunda bir gerekçe olarak dayanılamayacağını, dosya kapsamına göre davacı tarafın iddiasını 

ispat edemediği anlaşıldığından ispat yükünü ters çevirmek suretiyle sonuca gidilmesinin hatalı olduğunu ileri sürerek hükmün bozulmasını talep etmiştir. 

C. Uyuşmazlık Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; (I) Yargıtay tarafından maddi yönden deliller değerlendirilmek suretiyle davacının iddiasının ispat edilip edilmediği noktasında bir inceleme yapılıp yapılamayacağı 

(II) Dosya kapsamı ve taraflarca sunulan delillere göre somut olayda miras bırakan tarafından davalı oğluna satış suretiyle yapılan dava konusu temliklerin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun davacı tarafça ispat edilip edilemediği, Bölge Adliye Mahkemesince ispat yükünü ters çevirmek suretiyle karar verilip verilmediği noktalarında toplanmaktadır. 

D. Gerekçe 

(I)Numaralı uyuşmazlık bakımından yapılan incelemede; 

1. İlgili Hukuk 1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 25, 119, 129, 187, 194, 361, 362, 369, 371 vd. maddeleri 

2. Değerlendirme 

1. Bilindiği üzere ülkemizde iki dereceli yargı sistemi uygulanmakta iken, 2004 yılında kabul edilen 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesi ve 6100 sayılı Kanun ile istinaf kanun yolu hükümlerinin düzenlenmesi, bu düzenlemeye uygun olarak 20.07.2016 tarihinde bölge adliye mahkemelerinin faaliyete başlaması ile üç dereceli yargı sistemine geçilmiş bulunmaktadır. 

2. Kural olarak, 6100 sayılı Kanun’un 361 inci maddesinde de kabul edildiği üzere; bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinden verilen temyizi kabil nihaî kararlar ile hakem kararlarının iptali talebi üzerine verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurabilir. Aynı Kanun’un 362’nci maddesinde temyiz yoluna başvurulması mümkün olmayan kararlar düzenlenmiştir. Öncelikle eldeki davanın temyizi kabil kararlar kapsamında olduğu açıktır. 

3. Yargıtayın bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinin ve ilk derece mahkemelerinin vermiş olduğu temyizi kabil kararların temyiz inceleme kapsamını düzenleyen 6100 sayılı Kanun’un 369 uncu maddesinin birinci fıkrasına göre; Yargıtay, bölge adliye mahkemesi gibi istinaf sebepleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir inceleme yetkisinden ziyade tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleri ile bağlı olmaksızın kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü hususları inceleyebilir. 

4. Aynı Kanun’un “Bozma sebepleri” başlıklı 371 inci maddesinde düzenlenen sebeplerin bulunması durumunda Yargıtay bölge adliye mahkemesinin kararlarını gerekçesini göstererek bozabilecektir. 5. 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinin 1-a bendinde “Hukukun ve taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması.\” bozma sebebi olarak gösterilmiştir. Temyiz yolunda, istinaf mahkemesi kararı hukuka uygunluk bakımından inceleme konusu yapılır. Temyiz, istinaf mahkemesi kararının hukuka aykırı olması nedenine dayanır. Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır. Bu hâliyle hukukumuzda en önemli temyiz sebebi bir maddi veya usul hukuk kuralının olaya hiç uygulanmaması veya yanlış uygulanmış olmasıdır (6100 sayılı Kanun, md 371/a). Zira hâkim Türk Hukukunu resen uygular (6100 sayılı Kanun md 33). Hukuk deyimi Anayasayı, kanunları, kanunlara aykırı olmayan yönetmelik ve bunlara aykırı olmayan tüzükleri, örf ve âdet hukukunu hatta olaya uygulanması gerekli bulunan yabancı mahkeme kararlarını da kapsamaktadır (Baki Kuru, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, Ankara, 2017, s. 706 vd). 6. Davanın temelini vakıalar oluşturur. Vakıa tarafların iddia ve savunmasını dayandırdığı olaylardır. 6100 sayılı Kanun’un 194, 119/e, f ve 129/d, e maddelerine göre taraflar dava ve cevap dilekçelerinde dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar. Ayrıca tarafların dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur. Aynı

Kanun’un 25 inci maddesine göre, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Ayrıca kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz. 187’nci maddeye göre, ispatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir ve 189 uncu maddenin dördüncü fıkrasına göre ise bir vakıanın ispatı için gösterilen delilin caiz olup olmadığına mahkemece karar verilir. Yargıtay bu usul kurallarına aykırılık olması durumunda 6100 sayılı Kanun’un 371/1-c maddesinde düzenlenen “Taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi.” sebebine göre bölge adliye mahkemesinin kararını bozabilecektir. 7. Kanunda sayılan temyiz sebeplerini maddî hukuka ilişkin temyiz sebepleri ve usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri olarak ayrıma tâbi tutmak; usul hukukuna ilişkin temyiz sebeplerini ise mutlak temyiz sebepleri ve nispi temyiz sebepleri şeklinde ayırmak benimsenmiş bir usuldür. Usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri bakımından Kanun kural olarak \”karara etki etme\” kriteri şeklinde isimlendirilebilecek bir kriter kabul etmektedir. Buna göre kural olarak temyiz edilen kararın verildiği davada yapılmış olabilecek bütün usule aykırılıklar değil sadece karara etki eden usule aykırılıklar bozma sebebi teşkil eder (Cem, Budak / Varol Karaaslan, Medenî Usul Hukuku, 4. Baskı, Ankara 2020, s. 410, 411). 8. İlk derece mahkemeleri ve bölge adliye mahkemeleri derece mahkemesi olup, Yargıtay ise denetim mahkemesidir ve derece mahkemelerince verilen ve temyizen önüne gelen kararların hukuka uygunluğunu denetlemekle görevlidir. Yargıtay hukuki denetim ve içtihat mercii olup, yasal süresi içerisinde ileri sürülmeyen yeni vakıalar ve deliller Yargıtay tarafından inceleme konusu yapılamaz, delil toplanamaz, temyizen gelen dosya ve içerisinde bulunan bilgi ve belgelerle karar verir. Bununla birlikte mahkemenin vakıayı tespit ederken kanuna aykırı davranmış olması, örneğin taraflarca ileri sürülmeyen bir vakıanın resen dikkate alınarak hüküm verilmesi, vakıa tespitinin dosyadaki delillerle çelişik bulunması, dosyada bulunan bir delil görmezden gelinerek karar verilmiş olması, maddi vakıa tespitinin akla aykırı bir konuya ilişkin bulunması, hâkimin mantık kurallarına aykırı bir maddi vakıa tespiti yapması ve bunun sonucunda da yanlış bir hukuki sonuca varması hâlinde pek tabi Yargıtay bu hatalı tespit ile bağlı olmayacak ve hatalı kararı denetleyecektir. Bunların yanı sıra Yargıtay maddi vakıalara bağlanan sonuçları da denetleyecektir. 

9. Yargıtayın asıl görevi, hukukun ülke içinde ahenkli bir şekilde uygulanmasını ve içtihat birliğini sağlamaktır. Yargıtayın kuruluş ve varlık sebebi olan bu önemli görevi dolayısıyla bütün mahkeme hükümlerini hukukun uygulanması bakımından kontrol edebileceğini ve bu kontrol yetkisinin mutlak olduğunu kabul zarureti vardır. 

10. Hâkim önüne gelen bir uyuşmazlıkla ilgili maddi vakıaları tespit ettikten sonra hukuk alanındaki faaliyetine geçer. Bu faaliyet dört aşamadan oluşur ve her aşama hukuki niteliği haiz olduğundan Yargıtayın mutlak denetimine tâbidir. Hâkim ilk önce usul hükümlerine uygun olarak tespit ettiği somut olaya ilişkin vakıalara uygulanacak hukuk kuralını tespit eder. Hâkim, tespit ettiği vakıalara uygulayacağı hukuk kuralının belirlemesinde yanılmışsa, buna dayanarak vereceği hükmün de yanlış olması kaçınılmazdır. İkinci aşamada hâkim, tespit ettiği hukuk kuralının gerçek ve doğru anlamını açıklar. Hâkim hukuk kuralının açıklanmasında (tefsirinde) hataya düşerse yapacağı hukuk uygulaması da yanlış olacaktır. Üçüncü aşamada hâkim bulduğu ve açıklayarak elle tutulur hâle getirdiği hukuk kuralında yer alan soyut vakıa ile davada tespit ettiği somut vakıayı karşılaştırarak vakıanın hukuki nitelendirmesini yapar (tavsif). Burada hâkimin yaptığı nitelendirme hukukun uygulanmasına ilişkindir. Hâkim, hukukun uygulanması alanında ilk üç aşamayı doğru olarak yürüttüğü takdirde nihayet mantıken varılan hukuki sonuç ortaya çıkar. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus; hâkimin “hukuki sonuca yönelik olarak kullandığı takdir hakkının bir hukuk meselesi” olduğu hususudur. Hâkim somut olaydaki hukuksal faaliyetin ilk üç aşamasını doğru olarak tamamladıktan sonra dördüncü aşamada vardığı hukuki sonucun “takdir hakkının” kullanılmış olduğu gerekçesiyle Yargıtay denetimine tâbi olmadığı sonucuna varılamaz. Zira Yargıtayın maddi hukukun doğru olarak uygulanıp uygulanmadığı yönünden mutlak denetim yetkisi vardır. Takdir hak ve yetkisinin denetlenmesi de bir hukukilik denetimi olup Yargıtayın yetki alanında bulunduğu da muhakkaktır. 

11. Hemen belirtilmelidir ki, eldeki davada ilk derece ve bölge adliye mahkemelerince tarafların dayandıkları tüm deliller toplanmış ve çekişmeli vakıalar toplanan deliller çerçevesinde aydınlatılmaya çalışılmış, netice olarak maddi vakıalar tespit edilmiştir. Davada, yukarıda yer verilen istisnai hâller de bulunmadığından Yargıtay tarafından tespit edilen vakıalar ile bağlı kalınarak bir denetim yapıldığı

ortadadır. Toplanan deliller ve tespit edilen vakıalar çerçevesinde temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının değerlendirilmesi 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinin birinci fıkrasının a bendinde belirtilen hukukun yanlış uygulanıp uygulanmadığı yönünde yapılan bir denetimdir. Bir başka deyişle tespit edilen vakıalara bağlanan sonuçların denetiminin hukukilik denetimi kapsamında kaldığı ortadadır. Öte yandan, bölge adliye mahkemesi tarafından ispat yükü ters çevrilerek karar verilmiş olması durumunun, 371 inci maddesinin birinci fıkrasının c ve ç bentlerinde belirtilen bozma sebepleri kapsamında kaldığı da açıktır. 

12. O hâlde, somut olayda Yargıtay tarafından yapılan denetim ve neticesinde verilen bozma kararının 5235 sayılı Kanun ile 6100 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olduğunu söyleyebilme olanağı olmadığından 

(I) numaralı uyuşmazlık bakımından bölge adliye mahkemesince dayanılan gerekçenin yerinde olmadığına oy birliğiyle karar verilmiştir. 

(II) Numaralı uyuşmazlık bakımından yapılan incelemede; 

1. İlgili Hukuk 1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 19 uncu [mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18 inci] maddesinin birinci fıkrası. 2. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı kararı. 2. Değerlendirme 1. Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. 2. Muvazaa kavramı, Türk Hukuk Lügatında; ‘‘Anlaşmalı saptırma gerçek dışı durumlara gerçekmiş niteliğini kazandırma işlemi. Hukuksal bir işlem konusunda gerçek duruma aykırılıkta birleşilerek yapılan ortak açıklama (beyan) ya da ortaya konulan belgedir. Danışıklı işlem’’ şeklinde ifade edilmiştir (Türk Hukuk Kurumu, Türk Hukuk Lügatı, Cilt I, Ankara, 2021, s. 819). 

3. Muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmaları, şeklinde tanımlanabilir. 

4. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar. 

5. Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır. 

6. Eldeki davanın konusunu oluşturan ve \”muris muvazaası\” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. 

7. İlgili hukuk kısmında yer verilen 6098 sayılı Kanun’un genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay içtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı kararı oluşturmaktadır. 8. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararında sonuç olarak; “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” hükmedilmiştir. 

9. 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir. 

10. Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış

sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda \”tam muvazaa\” özelliği de taşınmaktadır. 11. Muris muvazaasını öteki nispi muvazaalardan ayıran unsur ise mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık bir anlatımla, 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere bu muvazaa türünde miras bırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır. 12. Bu nedenle, miras bırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulama olanağı bulunmamaktadır. 

13. Muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. Gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6 ncı maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmü ve gerekse 6100 sayılı Kanun’un 190/1 inci maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” hükmü uyarınca, miras bırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır. 

14. Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında, miras bırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir. 15. Dava açan mirasçılar, miras bırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras haklarına, miras bırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engel olunduğundan bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürerek iptalini istemekte hukuki yararlarının bulunduğu açıktır. 

16. Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. 

17. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması ise genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. 

18. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, muris muvazaasına ilişkin davaların niteliği gereğince taraflarca sunulan delillerin, her somut olayın özelliğine göre az yukarıda açıklanan objektif olgulardan da yararlanılarak bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekmektedir. Burada hemen belirtmek gerekir ki muris muvazaasına ilişkin davalarda miras bırakanın asıl irade ve amacı belirlenirken, tarafların dayandıkları delillerin her olayın kendi özelliklerine göre objektif olgulardan da yararlanılarak birlikte değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerektiği açıktır. Fiili karineler de denilen bu objektif olgular, tarafların iddialarının doğruluğu veya bir delilin güvenilebilirlik derecesi hakkında hâkimin kanaat edinmesine yarayan, yaşam tecrübelerinin ortaya koyduğu, hukukla ilgili bulunmayan değer hükümleri olarak kabul edilmektedir. Bu fiili karinelerin varlığı tarafın ispat yükünü ortadan kaldırmaz ise de somut olayda olduğu gibi tanık delili dışında dayanılan başka delillerin bulunması durumunda dayanılan bu delillerin değerlendirilmesi sırasında da gözetileceği kuşkusuzdur. 19. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; 1918 doğumlu miras bırakan … … 09.01.2000 tarihinde ölmüş, geriye mirasçı olarak davacı oğlu … ile davalı oğlu … kalmıştır. 20. Celbedilen kayıtlardan, miras bırakanın maliki olduğu dava konusu 164 ada 9 (183 m2’lik samanlık ve arsa) ve 10 (430 m2’lik bahçeli ahşap ev) parsel sayılı taşınmazların tamamını 07.04.1988 tarihli ve

291 yevmiye numaralı satış işlemi ile toplam 750.000 ETL karşılığında davalı …’a temlik ettiği, hükme esas alınan bilirkişi raporunda dava konusu 164 ada 9 parsel sayılı taşınmazın toplam değerinin 46.237,00 TL, 164 ada 10 parsel sayılı taşınmazın ise 123.710,00 TL tespit edildiği anlaşılmaktadır. 21. Dinlenen davacı tanıkları çekişmeli temlik ile ilgili bilgilerinin olmadığını belirtmiş, genel olarak soyut beyanlarda bulunmuşlar, davalı tanıkları ise temlikin muvazaalı olduğuna dair herhangi bir beyanda bulunmamışlar, sadece davalı savunmasını doğrulamışlardır. 

22. Dosya kapsamından ve dinlenen tanık beyanlarından, tarafların murisi …’in ölene kadar dava konusu yerde davalı oğlu ile birlikte yaşadığı, öncesinde ise dava konusu yerde muris ve tüm çocuklarının birlikte kaldığı, aynı evde yaşama sebebiyle kardeşler ile muris arasında ufak tefek sıkıntıların yaşandığı, davacı …’in 1970’li yılların sonuna doğru babasının göstermiş olduğu yere ev yaptırmaya başladığı, murisin 19.04.1988 tarihli ve 326 yevmiye numaralı işlem ile 6 parsel sayılı taşınmazı davalıya, 7 parsel sayılı taşınmazı ise davacıya bağışladığı, davacının o tarihlerde çiftçilik ile uğraştığı, evin yapımında ekonomik yönden sıkıntı yaşadığı, davalının ise o tarihlerde orman işletme müdürlüğünde çalıştığı, babası ile birlikte dava konusu evde oturmaya devam ettiği, muris …’in de çiftçilik ile uğraştığı, tanıkların da taşınmazların davalıya bedeli karşılığında satıldığını, buradan gelen paranın davacı …’e verildiğini ve evin tamamlanmasında kullanıldığını beyan ettiği, miras bırakanın ölümü ile geriye tam malik veya murisin geride paydaşı olduğu on altı parça taşınmaz bıraktığı, bu taşınmazların 14.05.2002 tarihinde taraflara miras payları oranında intikal ettiği anlaşılmaktadır. Dosya kapsamında, miras bırakanın davacı oğlundan mal kaçırmasını gerektirecek somut bir nedenin varlığı ortaya konulamamıştır. Ayrıca azımsanmayacak kadar çok taşınmazın maliki olan murisin mal kaçırma amacını taşıması hâlinde bunların tamamını devretme olanağı varken sadece söz konusu taşınmazı satmış olmasının da mal kaçırma kastının bulunmadığını gösterdiği, davacı tarafın temlikin muvazaalı yapıldığını ispat edemediği sonucuna varılmıştır. Yine bölge adliye mahkemesince davalının savunmasını ispat edemediği hususu kabul gerekçelerinden biri yapılmış ise de, çekişmeli temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasını davacının ispat etmesi gerektiği, davacı tarafın ise iddiasını ispat edemediği anlaşıldığından ispat yükü ters çevrilmek suretiyle sonuca gidilmesi yerinde değildir. 23. Hâl böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 

24. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. 

VII. SONUÇ : Açıklanan sebeplerle; (I) ve (II) numaralı uyuşmazlık bakımından davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373’üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 27.09.2023 tarihinde oy birliğiyle kesin olarak karar verildi. 

İNCELEME: 

T.C. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2022/651 K. 2023/870 T. 27/09/2023, muvazaaya dayalı tapu iptal ve tescil kararına ilişkin incelemedir. 

OLAYIN ÖZETİ; 

1. İncelenmekte olan karara konu uyuşmazlıkta özetle, davacı yan murisin hayattayken gerçekleştirdiği temlik işleminin muvazaalı olup mirasçılardan mal kaçırma maksadıyla gerçekleştirilen bedelsiz temlik işlemi olduğu dava etmiş karşı yan davalı ise söz konusu temlikin muvazaalı olmadığını, murisin dava dışı 175 ada 7 parselde kayıtlı taşınmazı bağış yoluyla davacıya devrettiğini , davacının taşınmazda ev inşaatına başladığını, evin bitirilmesi için murisin dava konusu taşınmazları davalıya sattığını,satış bedelinin ödenerek evin tamamlandığını, satışın bedel karşılığı yapıldığını ileri sürerek davanın reddini talep etmiştir. 

2. İlk Derece Mahkemesinde, tanıkların dava konusu yerin muris tarafından oğlu davalıya bedel karşılığında satıldığını, buradan gelen paranın davacıya verildiğini ve evin tamamlanmasında kullanıldığını beyan ettiği, murisin sağlığında davacıya ev yeri gösterdiği ve burayı davacıya devrettiği, dava konusu yeri ise davalı oğluna bedel karşılığında sattığı, davalı oğlunun satım tarihi itibariyle emekli

ikramiyesi ile alım gücünün olduğu, davacının hakkına binaen de paranın davacıya verildiği, davacı tarafın muvazaalı satış iddiasını kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Karar süresi içerisinde davacı yan tarafından istinaf edilmiştir. 

3. İstinaf kararında murisin dava konusu taşınmazları kullanmaya devam ettiği, çekişme konusu taşınmazların gerçek değerleri ile akitte gösterilen değerler arasında fahiş fark bulunduğu, muris ile davacı arasında husumet bulunduğu ve davacının evden ayrıldığının ifade edildiği, başka taşınmazları bulunan murisin üzerinde yaşadığı evi de bulunan dava konusu taşınmazlarını satmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığı, dosyaya ibraz edilen tespit formunda da davacının yaptırdığı evin dava konusu taşınmazların 1988 yılındaki temlikinden önce tamamlandığının belirtildiği, dolayısıyla davalının bu yöndeki savunmasında itibar edilemeyeceği, öte yandan davacıya 175 ada 7 parseli bağışlayan murisin aynı akitle davalıya da benzer nitelikteki 175 ada 6 parsel sayılı taşınmazı bağışladığı gözetildiğinde paylaştırma iradesi ile de hareket etmediğinin anlaşıldığı gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir. İstinaf kararı davalı tarafından süresi içerisinde temyiz edilmiştir. 

4. Yargıtay 1.Hukuk Dairesi kararında 6100 sayılı HMK’nin 190. ve 4721 sayılı TMK’nin 6. maddeleri uyarınca davacı, temlikin muvazaalı yapıldığını ispat etmesi gerektiğini , ancak somut olayda davacı tanıkları çekişmeli temlik ile ilgili bilgilerinin olmadığını , davalı tanıklar da temlikin muvazaalı olduğuna dair herhangi bir beyanda bulunmadığını belirtmiştir. Ayrıca dosya kapsamında murisin davacı oğlundan mal kaçırmasını gerektirecek somut bir nedenin varlığını ortaya konulmamıştır. Murisin mal kaçırmak istemesi halinde geriye azımsanmayacak miktarda taşınmaz bırakması da hayatın olağan akışına aykırıdır. Davalının savunmasını ispat edemediği kabul gerekçelerinden sayılmışsa da öncelikli olarak temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu davanın ispat etmesi gerektiği, dosya kapsamında da ispat edilemediği anlaşıldığından ispat yükünü ters çevirmek suretiyle sonuca gidilmesi hatalıdır, gerekçeleriyle karar bozulmuştur. 

5. Bölge Adliye Mahkemesi önceki gerekçelere ilave olarak murisin temlik dışı taşınmazları varsa da bu durumun mal kaçırma kastı olmadığını göstermeyeceği, aksinin kabulü halinde muris muvazaasının varlığından bahsedebilmek için murisin tüm malvarlığını devretmesinin şart olarak aranması gerekeceği , bu durumun ise 01/04/1974 tarihli 1 / 2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının ruhuna aykırı olacağı, dosya kapsamında sabit olan olayların ispatının gerekmediği , İlk Derece Mahkemesi kararının incelenmesinde maddi ve hukuki denetim yapılmış olup bozma kararında somut olaya uygulanan hukuk kurallarında hata yapıldığı yönünde bir açıklamaya da yer verilmediği gerekçesiyle direnme kararı vermiştir. Bölge Adliye Mahkemesinin direnme kararına karşı karar temyiz edilmiştir. 

6. Hukuk Genel Kurulu uyuşmazlık konularını Yargıtay tarafından maddi yönden deliller değerlendirilmek suretiyle davacının iddiasının ispat edilip edilmediği noktasında Yargıtay’ın Bölge Adliye Mahkemesi gibi istinaf sebepleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir inceleme yetkisinden ziyade tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleri ile bağlı olmaksızın kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü hususları inceleyebileceği yönünde karar vermiştir. Dava konusu temliklerin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun davacı tarafça ispat edilip edilemediği noktasında ise davacı tarafın temlikin muvazaalı yapıldığını ispat edemediği sonucuna varılmıştır. 

I. Türk Medeni Kanunu’nda yer alan hükümler 

İspat Yükü 

Madde 6– Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür. 

İyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı 

Madde 1024– (1) Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz. 

(2) Bağlayıcı olmayan bir hukukî işleme dayanan veya hukukî sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur. (3) Böyle bir tescil yüzünden aynî hakkı zedelenen kimse, tescilin yolsuz olduğunu iyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı doğrudan doğruya ileri sürebilir.

Terkin ve değiştirme 

I. Yolsuz tescilde 

Madde 1025– (1) Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş veya bir tescil yolsuz olarak terkin olunmuş ya da değiştirilmiş ise, bu yüzden aynî hakkı zedelenen kimse tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir. (2) İyiniyetli üçüncü kişilerin bu tescile dayanarak kazandıkları aynî haklar ve her türlü tazminat istemi saklıdır. 

II. Hukuk Muhakemeleri Kanununda yer alan hükümler 

İspatın konusu 

MADDE 187– (1) İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir. (2) Herkesçe bilinen vakıalarla, ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz. 

Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi 

MADDE 194– (1) Taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar. (2) Tarafların, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur. 

c) Taraflardan birinindavasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi. 

III. Türk Borçlar Kanunu’nda Yer Alan Hüküm 

Sözleşmelerin yorumu, muvazaalı işlemler 

MADDE 19– (1) Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır. 

(2) Borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz. 

IV. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 

T.C. 

YARGITAY BÜYÜK GENEL KURULU 

ESAS:1974/1 

KARAR:1974/2 

TARİH:01.04.1974 

Dava: 

Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla; tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malını, gerçekte bağışlamak istediği halde, Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış biçiminde açıkladığının gerçekleşmiş olması durumunda, saklı pay sahibi olan mirasçıların, tenkis ya da mirasta iade davası açmak haklarını kullanmayıp Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaa nedeniyle tapu kaydının iptalini isteyebilip isteyemeyecekleri ve saklı pay sahibi olmayan mirasçıların da aynı davayı açmak yetkisine sahip olup olmadıkları ve miras bırakanın bu davranışının Medeni Kanunun 603. maddesinin 2. fıkrası gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tutmuş bulunduğu anlamına gelip gelmediği konusunda Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi’nin 22.12.1964 gün 6411 esas ve 6298 karar sayılı ve 1.10.1973 gün 528 esas 5437 karar sayılı ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 4.5.1960 gün 2/24 esas ve 24 karar sayılı ve 21.2.1968 gün 2/1510 esas 99 karar sayılı kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu ve bu aykırılığın İçtihatların Birleştirilmesi yoluyla giderilmesi gerektiği, İkinci Hukuk Dairesi Başkanı tarafından Yargıtay Birinci Başkanlığına bildirilmesi üzerine Yargıtay Kanununun 20. maddesinin 2. fıkrası hükmü gereğince Yargıtay Başkanlık Divanı işi incelemiş ve içtihadın birleştirilmesi yoluna gidilmesi gerektiğine karar vermiş olduğundan Yargıtay Birinci Başkanlığınca

Yargıtay Kanununun 18. ve 19/7. maddeleri uyarınca Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun 11.3.1974 günü saat 09,00’da toplanması uygun görülmüş ve böylece yapılan toplantı ve görüşmeler sonucunda İkinci Hukuk Dairesi ile Hukuk Genel Kurulu’nun söz konusu kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğuna oybirliği ile karar verilmiş ise de konunun esası bakımından bir görüş doğrultusunda üçte iki oy çoğunluğu elde edilemediği için Birinci Başkanlıkça, uygun görüldüğü üzere ikinci toplantı 1.4.1974 günü saat 09.00’da yapılarak konu görüşülmüştür. 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararlarında; mirasçıyı miras hakkından yoksun etmek amacıyla miras bırakanın muvazaalı olarak yapmış olduğu tasarruf işlemlerinin iptalini dava etmek hakkı, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın tüm mirasçılara tanınmış ve tenkis ve mirasta iade ile ilgili hükümleri aslında geçerli tasarruflar için uygulanabileceği açıklanmıştır. Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi kararlarında ise böyle bir dava hakkı tanınmamış; sadece saklı pay sahiplerinin Medeni Kanunun 507. maddesinin 4. fıkrası gereğince tenkis davası açabilecekleri ve miras bırakanın bu davranışının Medeni Kanunun 603. maddesinin 2. fıkrası gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tuttuğu anlamına geldiği kabul edilmiştir. İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda konu, sadece sevk edildiği olayla sınırlı olarak ele alınmıştır. Daha açık bir deyimle; tasarruf işleminin tapu sicilinden kayıtlı olan, taşınmaz malın, görünüşte satış ve gerçekte ise hibe biçiminde oluştuğu olayıyla sınırlandırılmıştır. Görüldüğü gibi Hukuk Genel Kuruluyla İkinci Hukuk Dairesi kararları arasında temelde yer alan uyuşmazlık, dava hakkının varlığında toplanmaktadır. Bu nedenledir ki, görüşmeler sırasında muvazaa iddiasının ispatı ve ispat biçimi, İçtihadı Birleştirmenin kapsamı dışında kaldığı kabul edilmiştir. Gerek İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığının düşünce yazılarında, gerekse görüşmeler sırasında, Hukuk Genel Kurulu kararlarına karşı ileri sürülen görüş özetle şu gerekçelere dayanmıştır: “a– Borçlar Kanununun 18. maddesinde yer alan akdin yorumu ve muvazaa ile Medeni Kanunun 507/4. maddesine dayanan saklı pay sahibi mirasçıya tanınmış olan tenkis davası hakkı, ayrı ayrı hukuksal müesseselerdir. Bir akitten doğan hukuk bağı, yalnız o akdin taraflarını ve onların külli haleflerini bağlar. Bir akdin tarafı olmayan kimse, başkalarının yaptığı akde dayanarak onlar arasında doğan hukuk bağının açacağı davaya dayanak yapamaz. Hal böyle olunca Borçlar Kanununun 18. maddesine göre mirasçıların muvazaa iddiasında bulunmaları olanaksızdır. Muvazaa iddiası ancak sözleşmenin tarafı olan kimse ya da külli halefi tarafından ileri sürülebilir. Bu ilkenin ayrık halleri kanunda sınırlı olarak gösterilmiştir. (Örneğin: İcra ve İflas Kanununun 277 ve Medeni Kanunun 690. maddeleri). 

b– Miras hukukunun özellikleri nedeniyle Medeni Kanunun 507/4. maddesinde getirilen hüküm, özel bir hüküm niteliğini taşır. Oysa ki, Borçlar Kanununun 18. maddesi hükmü, genel hüküm niteliğindedir. Özel hüküm varken genel hükme gidilemez. Bu nedenle dava hakkının varlığı, biçimi ve sınırı Medeni Kanunun 507/4. maddesi hükmü çevresinden çizilmek gerekir. 

c– Medeni Kanunun 508. maddesinde iyi niyetli kişi; o şeyi elinden çıkarmışsa, ölüm gününde elinde kalan değer tenkise esas olur hükmü yer almıştır. Muvazaalı işlemlerde iyi niyet söz konusu olamayacağına göre 507/4. maddesinin muvazaayla ilişkisinin bulunmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. d– Medeni Kanunun 507/4. maddesinin dayanağı, ölenin son arzularına saygı ilkesidir. Bu tür olaylarda Borçlar Kanununun 18. maddesi hükmü gereğince dava hakkı tanındığı takdire bu ilke zedelenmiş olur. e– Hukuk Genel Kurulu kararlarında yer alan temel gerekçe, gizli akdin biçim koşulu gerçekleşmediğinden geçersiz olduğu doğrulusunda 7.10.1953 gün 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında yer alan gerekçedir. Oysa ki, gizli akit şekle bağlı olsa dahi geçerlidir. Nitekim 27.3.1957 gün ve 12/2 sayılı şuf’a ile ilgili İçtihadı Birleştirme Kararı ile bu görüş benimsenmemiştir. f– Gerçekte mirasçının bağışlamak istediği taşınmazını, Tapu Memuru önünde satmış gibi ifade eden kişinin bu davranışı Medeni kanunun 603. maddesinin 2. fıkrası gereğince o taşınmazı iadeden ayrık tutmak istediği anlamına gelir.” 

Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanan muvazaa ile Medeni Kanunun 507/4. maddesine dayanan tenkis davasının ayrı ayrı hukuk müesseseleri olduğu yönünden görüşler arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Medeni Kanunun 5. maddesi hükmünce sözleşmelerin doğumuna, hükümlerine ve sükutu nedenlerine ilişkin olup Borçlar kısmında yer alan genel kuralların medeni hukukun diğer kısımlarında da uygulanması öngörülmüştür. O halde Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri arasında yer alan 18. maddenin miras hukukunda da uygulanması doğaldır. 

Miras hükümleri arasında bu kuralı engelleyecek bir hükme de yer verilmemiştir. Medeni Kanunun 507/4. maddesinin miras kısmında yer alması, mirasçının Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanan dava hakkını engelleyecek bir sonuç doğurmaz. Yukarıda değinildiği üzere, her iki maddenin ayrı ayrı

hukuk müesseselerini düzenlemiş olması karşısında sorunun başka türlü düşünülmesi de olanaksızdır. O halde Borçlar Kanununun 18. maddesinin miras ile ilgili sözleşmelerde de uygulanması gerekir. Karşı görüşte belirtildiği gibi muvazaalı satış işlemiyle miras hakkından yoksun edilen kimse külli halef olarak değil, doğrudan doğruya üçüncü kişi olarak dava açmak hakkına sahiptir. Çünkü bu üçüncü kişinin hakkı, miras bırakanla alıcı tarafından birlikte yapılan hukuk işlemiyle çiğnenmiştir. Böyle bir durumda üçüncü kişinin dava hakkının varlığı, kanunda belli konulara hasredilmemiştir. İsviçre Federal Mahkemesi de kararlı içtihadlarıyla konuyu bu doğrultuda çözüme bağlanmıştır. Muvazaa nedeniyle satış sözleşmesi geçersiz sayılsa bile gizli hibe akdi geçerli olacağından mirasçının Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak açacağı davada yarar bulunmadığı ve bu nedenle bir sonuç doğurmayacağı düşüncesini de kabul etmek olanaksızdır. Gerçekten böyle bir davayı açacak kimsenin, davada yararının bulunması zorunludur. Ve ilke olarak da gizli akit geçerlidir. Ancak gizli akdin geçerli sayılabilmesi için tüm koşulların oluşmuş olması zorunludur. İçtihadı Birleştirmeye konu, tapuda kayıtlı bir taşınmaz malın muvazaalı olarak satışıdır. Böyle bir durumda gizli akdin geçerli sayılabilmesi için gizli akit, biçim koşuluna (şekil şartına) bağlı ise biçim koşulunun da gerçekleşmiş olmasında zorunluluk vardır. Aksi durumda hibe sözleşmesinin varlığından söz edilemez. Çünkü Tapu Memuru önünde açıklanan irade, bir ivaz karşılığı mülkiyetin aktarılması iradesidir ki, sadece bu iradeye resmiyet verilmiştir. Satışa ilişkin resmi işlemin gizli akdi de içine alacağı kabul edilemez. Nitekim İsviçre Federal Mahkemesi’nin kararlı içtihadları ve yerli ve yabancı bilimsel hakim görüşler de bu doğrultuda yerleşmiştir. Ayrıca 7.10.1953 gün 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında bu temel görüş benimsenmiştir. Sonradan çıkarılan 27.3.1957 gün ve 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ise, şuf’a ile ilgilidir. Görüşmeler sırasında ileri sürüldüğü gibi bu karar, 1953 günlü İçtihadı Birleştirmenin kabul ettiği ilkeyi de bozmamıştır. Sözü edilen 27.3.1957 günlü İçtihadı Birleştirme Kararında: Şuf’a yükümlüsü taşınmaz sahibinin yaptığı satış akdinin, aslında hibe olduğunu iddia etmesi karşısında böyle bir dava hakkının bulunduğu ve ispatlandığı takdirde şuf’a hakkının varsayılamayacağı belirtilmiştir. Burada hibenin geçerliliği değil satım sözleşmesinin geçerliliği ele alınmıştır. Hiç kuşkusuz böyle bir olayda hibenin de geçerliliği ileri sürülmüş olsa, hibe sözleşmesi de geçersiz olacağından taşınmaz şuf’a yükümlüsüne geri döner ki, Şuf’a hakkı bakımından sonucun değişmeyeceği doğaldır. Borçlar Kanununun 18. maddesine göre mirasçıya tanınacak iptal davası hakkının, Medeni Kanunun 507/4. maddesinin uygulanmasına yer bırakmayacağı doğrultusundaki düşünceleri de kabul etmek olanaksızdır. Çünkü Medeni Kanunun 507/4. maddesindeki dava hakkı, aslında geçerli işlemler için tanınmış bir dava hakkıdır. Borçlar kanununun 18. Maddesine dayanan dava hakkı ise işlemin aslında geçersizliği nedenine dayanır; onun içindir ki Medeni Kanunun 508. maddesinde iyi niyetli olan ve kendisine teberruda bulunulan kimse korunmuştur. 

Miras hukuku, miras bırakanın iptali mümkün ölüme bağlı tasarruflarında bile onun son arzularına değer vermemiştir. (Medeni Kanunun Md. 499 ve 500.) ölenin son arzularına saygı ilkesi ancak onun hukuka uygun tasarrufları için söz konusudur. Bu bakımdan miras hukukunda ölenin son isteklerine saygısızlık gibi bir düşünce de kabul edilemez. 

Medeni Kanunun 603. maddesi hükmü de aslında geçerli tasarruflara karşı mirasçıların miras payını diğer mirasçılara karşı koruyan bir hükümdür. Geçersiz tasarruf miras payına etki yapmayacağından, mirasçının bu hükme dayanmasında bir yarar yoktur. Böyle bir tasarrufla miras bırakanın açığa vurulan iradesi de hukukça değer taşımaz. 

Bu nedenlerle Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi’nin görüşünü ve o doğrultuda ileri sürülen karşı görüşleri kabul etmek olanağı bulunmamıştır. 

Sonuç: Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklanmış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmanın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oyçokluğuyla karar verildi.

Hukuki Genel Sonuç 

1. Ara Sonuçların Değerlendirilmesi 

a. Lafzi Yorum 

Muris muvazaasına dayalı ispat yükü açısından değerlendirmede TBK.m.19 ve Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararına göre ispat yükü davacıdadır. Ancak somut olaydaki delillerin ispat yükünü sağlayıp sağlamadığı hususunda Lafzi yorum neticesinde somut bir kanaate varılamamıştır. 

b. Tarihsel Yorum 

Olaya uygulanacak kanun hükümlerinin lafzi yorula tespitinden sonra bu kanun hükümlerinin tarihsel incelemesi yapılmış ve kanun gerekçeleri yıllara göre açıklanmıştır. Yapılan açıklamalardan Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Tarihsel yorum neticesinde bir sonuca ulaşılamamıştır. 

c. Amaçsal Yorum 

Amaca uygunluk yorum yöntemi bakımından doğru sonuca ulaşılabilmiş ve lafzi yorum ile tarihsel yorum yönteminden farklı olarak Hukuk Genel Kurulu Kararının yerinde olmadığı , miras hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. 

d. Sistematik Yorum 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararında HMK, TMK ve İçtihadı Birleştirme Kararı iç içe uygulanmıştır. Muris muvazaasına ilişkin olarak kanunlarda düzenlemeye yer verilmemiş olup TMK.m.19’da düzenlenen muvazaaya ilişkin genel hüküm ile muris muvazaasının şartlarının 

düzenlendiği Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarih ve 1974/1 E.,1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uygulama alanı bulmalıdır. 

Söz konusu kararda yer alan şartların somut olayda ispat edilemediği yönündeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır. 

e. Anayasal Yorum 

Anayasa’da yer alan hükümler incelendiğinde mülkiyet hakkını ve miras hakkını koruyan madde 35’e göre somut olaydaki ispat yükünün davacı tarafından sağlanmadığı hususu Hukuk Genel Kurulunun kanaatini oluşturmaktadır. Ancak bu kanaat miras hakkını arz olunan nedenlerle ihlal etmektedir. Anayasal yorum bakımından aykırılık bulunmamaktadır. 

f. Sezgisel Yorum 

Anayasamıza göre, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler.”(Md.138/1). Somut olaydaki delillerin ispat yükünü karşılamadığı yönündeki değerlendirme Hukuk Genel Kurulunun vicdani kanaatini oluşturmaktadır. Ancak amaca uygunluk ve sistematik yorum yöntemleriyle ulaşılan sonuçlarla birlikte değerlendirildiğinde sezgisel yorum yöntemiyle de Hukuk Genel Kurulu Kararının yerinde olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. 

Nihai Sonuç 

İnceleme konusu kararda tüm yorum türleri incelenmiştir. Lafzi yorum, tarihsel yorum, anayasal yorum, sistematik yorum ve sezgisel yorum bakımından Hukuk Genel Kurulu Kararı yerindedir. 

Ancak amaçsal yorum yöntemine başvurulduğunda muris muvazaası ile ispat yükü hususunda çelişkili değerlendirmeler ortaya çıkmaktadır. Hukuk Genel Kurulu kararında Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarih ve 1974/1 E.,1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’na yer vermişse de murisin mal kaçırma saikiyle temlik işleminin gerçekleştirildiği iddiasının ispat edilemediğine hükmetmiştir. Somut olayda Bölge Adliye Mahkemesinin kararındaki gerekçelerle vicdani kanaati sağlandığı yönündeki kararına aykırı olarak söz konusu ispatın sağlanmadığı karara bağlanmıştır. Gerekçede yer alan delillerin mahiyeti tartışılmamış ve hangi nedenle hükme esas teşkil edemeyeceği

değerlendirilmemiştir. Hukuk Genel Kurulunun murisin saiki hususunda şüpheye yer bırakmayacak derecede her türlü delille ispatı sağlayan koşulları ortaya koymaması da Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarih ve 1974/1 E.,1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yer alan unsurlara aykırı hareket ettiğini göstermektedir. 

Tüm bu sonuçlara dayanarak Hukuk Genel Kurulu Kararının Bölge Adliye Mahkemesinin verdiği direnme kararının bozulması yönündeki kararı yerinde değildir. 

KAYNAKÇA 

SÖZER Ali Nazım, Hukukta Yöntembilim, İstanbul, 2020, Beta, GİŞİ , Merve Burcu, Yargıcın Yorum Yöntemleri ve Hukuk Yöntemleri, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017 

T.C.Adalet Bakanlığı, Adalet İstatiskleri,Ankara, 2022 , 

https://sinerjimevzuat.com.tr/
https://www.e-uyar.com/
https://www.jurix.com.tr/
https://www.lexpera.com.tr/
https://www.mevzuat.gov.tr/
https://legalbank.net/
https://sozluk.gov.tr/

Related Posts

Post your Comment